ÖLÇÜ 2021 ARALIK SAYISINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

POLİTİKALAR, PLANLAR VE KARARLAR

İNSAN ODAKLI OLMALIDIR

Nusret SUNA

İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı

Türkiye bir deprem ülkesidir ve nüfusunun büyük kısmı deprem bölgelerinde yaşamaktadır. Depremin bir doğa olayı olduğu, yıkıcı etkisinin ise yapılaşma biçimiyle doğrudan ilişkisi de artık hepimizce bilinmektedir. Buna rağmen maalesef kentlerimiz deprem tehlikesine göre planlanmamaktadır. Yapılarımızın deprem güvenliğine sahip olduğunu söylemek mümkün görünmemekle birlikte, yapı stokumuzun dikkate değer bir kısmının ruhsatsız, yani mühendislik ve mimarlık hizmeti alınmadan üretildiği de gözlenmektedir. Üstelik dönem dönem çıkarılan imar afları ile kaçak ve sağlıksız yapılar adeta ödüllendirilmekte ve yapı stokunun iyileştirilme süreci sekteye uğratılmaktadır.

Yapılarımızın tasarım, yapım ve denetim sisteminin ciddi sorunları vardır. Kentlerimiz altyapıdan ulaşıma, deprem sonrası haberleşmeden deprem toplanma alanlarına kadar depreme göre planlanmamış, deprem bilinci oluşturulamamıştır.

Yapıları depreme karşı güvenli hale getirmek amacıyla başlatılan kentsel dönüşüm projeleri ne yazık ki hedefinden sapmış, daha çok rant değeri yüksek alanlara yönlendirilmiştir. Yeni imar politikalarının belirlenmesinde de rant yaratma eğilimi etkili olmuştur. Başta İstanbul olmak üzere diğer kentlerimizde gerçekten deprem tehlikesi altında yaşayan vatandaşlarımız ise adeta kaderleriyle baş başa bırakılmıştır.

İşin özü, bütün bu çalışmalar da, seçimler, kararlar, politikalar ve planlar da insan odaklı olmaktan uzaktır. Oysaki depremi bir doğa olayı olarak kabul edip, depremlere karşı güvenli bir yaşam tesis edilmesinde, yapılarımızın deprem güvenliğinin sağlanmasında, kentlerimizi depreme hazır hale getirilmesinde “önce insan” anlayışını merkeze koyabilsek birçok konuda daha sağlıklı yol almak mümkündür.

Deprem etkilerinden korunmak insanlığın gündeminde her zaman önemli bir yer tutmuştur. MÖ 1760 yılında yazılmış, en eski yasa olarak bilinen Hammurabi Yasalarında dahi yapı güvenliğiyle ilgili sorumlulukların ve cezai sonuçlarının düzenlendiğini görürüz. Ülkemizin yakın tarihine bakacak olursak hem hükümetlerin mevzuat düzenlemelerinde hem de meslek örgütlerinin, bilim çevrelerinin görüş, öneri ve uygulamalarında önemli bir deneyim ve bilgi birikimine tanık oluruz.

Örneğin, İnşaat Mühendisleri Odası, “Yapı Polisi” önerisini 1961 yılında geliştirmiştir. Meslek odalarının işbirliğinde benzer pek çok öneri ve uygulama gündeme getirilmiş, özellikle yapı denetim sistemi ile meslektaşlarının yetkinleştirilmesi üzerine arayışımız hep sürmüştür. Çünkü asıl amacımız, yapı üretim ve denetim sisteminin işlevsel hale getirilmesiyle birlikte mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi ve güçlendirilmesidir.

1999 depremlerinden bu yana özellikle okul, hastane ve benzeri kamu binalarının, köprü ve viyadüklerin deprem güvenliğinin sağlanması doğrultusunda önemli yol alınsa da yeterli değildir. Asıl sorunumuz özel yapıların, yani nüfusun tamamının barındığı konutların ve işyerlerinin güvenliği olarak karşımızda durmaktadır. Bu konuda -ne yazık ki- mesafe kat edildiğini söylemek ve kentsel dönüşüm projelerinin bu sorunu ortadan kaldırdığını iddia etmek mümkün değildir.

Özellikle İstanbul’da mevcut yapı stoku hayli sorunludur. Depreme maruz kalmadan çöken binalar ve istinat duvarları yakın zamana kadar gündemimizi meşgul eden konular arasındaydı. Dahası olası bir depremde İstanbul’un nasıl tepki vereceğine dair senaryolar da ne yazık ki iç karartıcıdır.

Maalesef Türkiye yanlışlardan ve acılardan yeterince ders alan bir ülke değildir. Eğer aksi olsaydı, 1999 Marmara depreminden sonra 2011 Van depremindeki yıkımı yaşamazdık. Eğer kamu otoritesi sorumluluklarını yerine getirseydi Ege Denizi merkezli deprem İzmir’de ciddi bir yıkıma yol açmazdı.

100 kilometre uzakta meydana gelen bir deprem Ege Denizi’ne kıyısı olan yerleşim bölgelerinden yalnızca İzmir’de yıkıma, can kayıplarına neden oldu. Demek ki kentleşmede, yapılaşmada merkezi ve yerel yönetimlerin, yapı üretimi ve yapı denetimi paydaşlarının, ayrıca ilgili mevzuatı hazırlayanların ortak sorumluluğu vardır. Açıkçası hiç kimse ve hiçbir kurum kentlerimizin, yapılarımızın mevcut durumunun sorumluluğundan kurtulamaz. Meslek örgütleri olarak biz de kurtulamayız.

Diğer yandan, Türkiye’de afet yönetimi konusu da oldukça sorunludur. Ne yazık ki bu konu üzerinde durulmamakta, bilimsel esaslar çerçevesinde çalışma yürütülmemekte ve planlama yapılmamaktadır.

Son birkaç ay içerisinde Karadeniz bölgesinde yaşanan su taşkınları, pek çok yerleşim birimini etkilemiş, tarım arazileri zarar görmüş ve can kayıpları olmuştur. Ege ve Akdeniz’deki yangınlar ise ormanları ve bitki örtüsünü barındırdığı tüm canlı varlığıyla birlikte büyük ölçüde yok etmiştir. Bunun ne anlama geldiği açıktır. Yitip giden canlarımızın yanında daha uzun yıllar telafi edilemeyecek olumsuz bir tablo oluşmuştur. Binlerce dekarlık tarım arazisi yok olmuş, on binlerce hektar ormanlık alan yanmış, hayvancılık bitme noktasına gelmiş, insanlar evsiz kalmıştır.

Afetler doğaldır, ancak doğal olmayan afet sonrası karşı karşıya kalınan çaresizliktir. Çaresizliğin nedeni ise tartışmaya gerek bırakmayacak derecede açık ve nettir: İktidarın afetle mücadele planı yoktur. Araç-gereç yoktur ya da yetersizdir. Yangın söndürme uçağı bile olmayan ya da birkaç tane uçağa sahip bir ülkenin afeti ciddiye aldığını ve afetle mücadele edeceğini iddia etmek mümkün değildir. Buradaki kritik nokta, defalarca vurguladığımız üzere insan hayatına verilen değerle ilgilidir. Maalesef insan hayatının niteliğini yükseltme, bunun için kaynak aktarma konusunda mevcut iktidarın sicili hayli bozuktur.

Son birkaç on yılda meydana gelen depremlerde, sel ve yangın gibi diğer afetlerde görüldüğü üzere “afet yönetimi” topluma güven vermekten uzaktır. Afete hazırlıktaki, afet sonrası planlamadaki zafiyetin en az afetin kendisi kadar zarar vereceği açıktır. Ne yazık ki iktidar şimdiye kadar “yaraları sarma” söylemi dışında kaygıları giderecek çalışmalar gerçekleştirmemiş, gerekli donanımı sağlamamıştır. Yangında ve selde afet yönetiminde sınıfta kalan siyasi idare on binlerce binanın ağır hasar göreceği, yüz binlerce kişinin doğrudan etkileneceği, milyonlarca İstanbullunun tahliye edilmesinin zorunlu olacağı ve barınma sorunun baş göstereceği olası İstanbul depreminde ne yapacaktır?

Sorunlar bellidir; kentlerimizin ve yapılarımızın neden bu halde olduğu sır değildir. Çözüm mümkündür ancak kamu yönetiminin akılcı, bilimsel karar ve tasarruflarını gerektirmektedir.

İfade etmeliyiz ki, inşaat mühendisliği her zeminde güvenli ve sağlıklı yapı üretiminin gerçekleştirilebileceğini kanıtlamış bir bilimsel disiplindir. Yeter ki bilimsel esaslara uygun zemin etüdü yapılsın, zemine uygun tasarım gerçekleştirilsin, nitelikli malzeme kullanılsın ve eksiksiz yapı denetimi uygulansın. Bu başarıldığı takdirde doğa olayı olan depremin afete dönüşmesi söz konusu olamaz. Bir başka ifade ile inşaat mühendisliği insan hayatını kolaylaştıracak, niteliğini yükseltecek, güvenliğini sağlayacak, toplumun yeni ihtiyaçlarını karşılayacak birikim ve donanımdadır.

Burada kamu yönetimine düşen sorumluluk güvenli yapı üretimini sağlayacak, kentleri ve yapıları depreme hazırlayacak, merkezi yönetim, yerel yönetim ve vatandaş işbirliğini sağlayacak, meslek disiplinlerini ortak bir zeminde buluşturacak, üniversiteleri ve konunun uzmanlarını sürece dâhil edecek, yenileme ve güçlendirme çalışmaları için gerekli mali kaynağı yaratacak, katılımcılığı ve şeffaflığı sürecin belirleyicisi kılacak koşulları oluşturmak, bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapmaktır.

Kamu yönetiminin sorumluluğu sadece güvenli yapı üretimini sağlamakla da sınırlı değildir. Kamu yönetimi aynı zamanda nüfus ve yapılaşma yoğunluğunu deprem tehlikesi ve kentin ihtiyaçlarını gözeten bir noktadan planlamakla mükelleftir. Yapı güvenliği sağlanmış, yaşanabilir kentler yaratmak mümkündür.

Meslek örgütümüz kurulduğu 1954 yılından bu yana olduğu gibi özellikle 1999 depreminden sonra da artan bir ivmeyle mevcut durumun fotoğrafını çekmiş, neler yapılması gerektiği üzerine önemli çalışmalar gerçekleştirmiş, uluslararası ölçekte pek çok bilimsel-teknik toplantı yapmıştır. Birkaç ay önce yapılan ve oldukça önemli tartışmaların yaşandığı 9. Deprem Mühendisliği Konferansı bunlardan sadece biridir. Bu toplantılarda üretilen fikirler, önerilen çözümler, merkezi ve yerel yönetimler için büyük fırsatlar ve olanaklar sağlamaktadır. Ancak ne yazık ki kamu yönetiminin bu tür toplantılara ilgisizliği dikkat çekicidir.

Şu noktaya vurgu yapmak gerekiyor: Bilime hak ettiği değeri vermeyen, bilimsel-teknolojik gelişmelere kapalı, bilim insanlarını, teknik uzmanları görmezden gelen yönetim anlayışının sorunları çözmesi, vatandaşlarını mutlu etmesi ve gelecek kaygısını gidermesi mümkün değildir. Ne yazık ki bugün karşı karşıya kaldığımız durum budur.

Tercih insan hayatını korumak, niteliğini yükseltmek, güvenli yapılarıyla, sosyal donatılarıyla, yeşil alanlarıyla yaşanabilir bir kent yaratmaksa, yani öncelikli tercihler insanlardan, toplumdan yanaysa çözülemeyecek sorun yoktur.

Bütün kaynaklarımız ve potansiyelimiz bu doğrultuda değerlendirilmelidir. Hiç şüphe yok ki bu kararlılık aynı zamanda ulusal bir seferberliği gerektirmektedir. Bilinmesini isteriz ki tarih, ulusal seferberliğin gereklerini yerine getirmeyenleri “vatandaşına acı çektirenler, ulusun yıkımına sebep olanlar” şeklinde yazacaktır.