ÖLÇÜ 2019 KASIM SAYISINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

İSTANBUL DEPREME HAZIR DEĞİL*

Nusret SUNA

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı

· 17 Ağustos 1999’da Türkiye büyük bir acıyla sarsıldı. Binlerce insan hayatını kaybetti, yaralandı, evsiz ve işsiz kaldı. Ülke ekonomisi büyük zarara uğradı.

· 17 Ağustos Depremi’nin üzerinden 20 yıl geçti. Bu zaman zarfında ne yazık ki ancak “bir arpa boyu” yol alınabildi.

· Siyasi iktidarın deprem önlemi olarak uygulamaya aldığı Kentsel Dönüşüm projeleri “Kentsel Rant” yaratmaya odaklandı.

· İstanbul’a dair üretilen iyimser deprem senaryolarında bile on binlerce yapının değişik düzeylerde hasar göreceği, on binlerce insanın etkileneceği ifade edilmektedir.

· Yapı stokunun iyileştirilmesi ve güvenli hale getirilmesi beklenirken, ilan edilen İmar Barışı ile kaçak yapılaşmaya, kaçak kat ilave edilmesine göz yumuldu, hatta İmar Barışı ile Kaçak Yapılaşma adeta ödüllendirildi.

· İstanbul depreme hazır değildir. Son birkaç yıldır depreme maruz kalmadan binalar yıkılmaktadır. Kartal’da 21 insanın ölümüne yol açan bina, İstanbul yapı stokunun mevcut durumunu resmetmektedir.

· Deprem toplanma alanları ve ulaşım güzergâhları sorunu varlığını sürdürmektedir. Önceden belirlenen alanların yapılaşmaya açılması bir yana parkları, okul bahçelerini, boş alanları toplanma alanı ilan etmek sorunu ortadan kaldırmamaktadır.

· İstanbul’da dere yatakları imar açılmış, askeri alanlara yapılaşma izni verilmiş, kent betona teslim edilmiş ve ranta göre düzenlenmiştir. Bu kararlarda imzası olanlar kente ve insanlığa karşı suç işlemiştir.

· Toplumsal kültürümüzde kayda değer bir yere sahip ihmalkârlık, bilimdışılık, haksız kazanç elde etme gibi olumsuzluklarla mücadele edilmemektedir. Siyasi erk ise “takdiri ilahi” anlayışı ile sorumluluktan kaçmaktadır.

· İstanbul’un mevcut sorunları çözüm beklerken nüfus yoğunluğunu iki katına çıkaracak Kanal İstanbul gibi projelere yönelmek kente taşıyamayacağı bir yük bindirmektir.

· İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 17 Ağustos’un 20. yıldönümünde bir kez daha deprem tehlikesi bağlamında “İstanbul fotoğrafını” kamuoyuyla paylaşmayı toplumsal ve mesleki bir görev saymakta; bilimin ve mühendisliğin rehberliğinde; İstanbul’u yaşanabilir bir kent haline getirme çabasının içinde olacağını duyurmaktadır.

*17 Ağustos 1999 Depremi’nin 20. yıldönümünde (6 Ağustos 2019) İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi tarafından yapılan açıklama.

17 Ağustos 1999 depreminin 20. yıldönümü dolayısıyla düzenlediğimiz basın toplantısına hoş geldiniz.

Basın toplantısında bir yandan hafızalarımızı tazelerken diğer yandan ülkemizin özellikle de İstanbul’un depreme hazır olup olmadığı ile ilgili görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşacağız. Hafızalarımızı tazelemek, salt geçmişi hatırlatmak anlamı taşımayacak, aynı zamanda bu zaman zarfında çözülen ve devam eden sorunlar masaya yatırılarak neler yapılması gerektiğine dair çıkarsamalarda bulunacağız.

Meslek Odamızca, depremin unutulmaması amacıyla 1999 Depremi’nde ağır derecede yıkıma uğrayan kentlerde yürüyüşler gerçekleştirilmiş, paneller, tartışma toplantıları yapılmış, sergiler açılmış, deprem özel sayıları hazırlanarak deprem bilincinin yükseltilmesi için öğretici yayınlar yapılmıştır.

Elbette bütün bunların tek bir amacı bulunmaktadır. İnşaat mühendisleri, meslek alanına dâhil konularda basınç oluşturarak kamu idaresini harekete geçirmek istemektedir. İfade edilmelidir ki, bu zaman zarfında meslek odalarının, üniversitelerin, bilim çevrelerinin görüş ve önerileri kamu idaresi tarafından rehber kabul edilseydi, Marmara Depremi’nin 20. yıl dönümünde çok farklı şeyler konuşuyor olurduk.

Bugün hâlâ olası bir depremin yıkıcı etkisini azaltacak önlemler alınamadığı, aradan geçen 20 yıla rağmen yapı stokunun iyileştirilemediği, yapı güvenliğinin sağlanamadığı, yapı üretim sürecinin nitelikli hale getirilemediği, kentlerin deprem tehlikesine göre düzenlenmediği, olası bir depremde afet sonrası organizasyonun ne şekilde olacağının belirlenemediği, ilgili mevzuatın ihtiyacı karşılayacak bir içeriğe kavuşturulamadığı, deprem bilincinin geliştirilemediğinden söz ediyorsak, hiç şüphesiz ki bunun sorumlusu Türkiye gerçeklerini, deprem tehlikesini, uzmanların görüş ve önerilerini yok sayan, “ben yaptım oldu” yaklaşımını adeta yönetsel bir tarz haline getiren, kentleri deprem tehlikesine göre değil ranta göre düzenleyen siyasi iktidardır.

17 Ağustos 1999’da ne oldu?

17 Ağustos 1999’da merkez üssü Kocaeli/Gölcük olan bir deprem meydana geldi. 7.4 büyüklüğündeki deprem sadece merkez üsse yakın bölgeleri vurmadı. Kocaeli ile birlikte Sakarya, Yalova, İstanbul, Bolu depremin yıkıcı etkisiyle karşı karşıya kaldı. Hatta Eskişehir, İzmir, Ankara gibi kentler de depremi hissetti. Deprem özellikle Marmara Bölgesi’ndeki yaşamı kelimenin tam anlamıyla felç etti. Resmi rakamlara göre 17 bin 480 insan yaşamını yitirdi, 43 bini yaralandı. Binden fazla insan sakat kaldı. Depremde 330 bin konut, 50 bin işyeri değişik derecede hasar gördü. 140 bin bina çöktü, 1 milyona yakın insan evinden, işyerinden oldu.

17 Ağustos’tan üç ay sonra, 12 Kasım 1999’da merkez üssü Düzce olan bir başka deprem meydana geldi. 7.2 büyüklüğünde Düzce, Kaynaşlı, Bolu gibi kentleri vuran depremde yine resmi rakamlara göre 710 insan yaşamını yitirdi, 2 bin 600’ü yaralandı. Binlerce insan evsiz kaldı. Peş peşe yaşanan depremler sadece konut ve iş yerlerinde değil aynı zamanda sağlık, eğitim, belediye hizmetlerinin verildiği yapıları da etkiledi.

Ülke sanayisinin merkezi konumundaki bölgelerdeki deprem ülke ekonomisine telafi edilmesi güç sonuçlara yol açtı. Petrol rafinerileri, petrokimya tesisleri, metal tesisleri, otomotiv, kâğıt, plastik fabrikaları, ham madde tesisleri ve diğerleri üretimi durdurmak zorunda kaldı. Depremin toplam maliyetinin 20 milyar doları bulduğu tespit edildi.

İstanbul için ayrı bir parantez açacak olursak; İstanbul, 1999 Depremi’ni sert yaşayan kentlerden biri oldu. Depremin merkez üssüne 100 kilometrelik bir uzaklıkta olmasına rağmen 3 binden fazla yapı ağır hasar gördü, 50 yapı tamamen yıkıldı, 30 bin yapı az ve orta hasara uğradı. Bine yakın İstanbullu hayatını kaybetti.

Gün ışığına çıkan tablo özetle şöyledir:

Ülke topraklarının yüzde 66’sı 1. ve 2. derece deprem kuşakları üzerindedir. Nüfusumuzun yüzde 70’ini barındıran 11 büyük kent, büyük sanayi kuruluşlarımızın yüzde 75’i deprem tehlikesi altındadır. Yapı stoku güvenli ve sağlıklı olmaktan uzaktır; pek çoğu kaçaktır, ruhsatsızdır ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiştir. 20 milyon civarında bulunan yapı stokunun büyük oranda yenilenmesi, güçlendirilmesi gerektiği anlaşılmıştır. Kaldı ki deprem sonrası açığa çıkmıştır ki, ülkemizde sağlıklı yapı envanteri de yoktur.

Yapı malzemeleri nitelikli olmaktan uzaktır. Nitelikli tasarım-uygulama ve denetim ilişkisinden söz etmek mümkün değildir. Yapı denetimi, ne yazık ki yapı üretim sürecinde kendisine küçük bir yer açabilmiştir. Pek çok kentte dere yataklarının imara açık olduğu görülmüştür; imar planlarının deprem tehlikesi gözetilmeden hazırlandığı tespit edilmiştir. Aynı şekilde kıyı şeridinde yoğun yapılaşma mevcuttur. Örneğin, Marmara depreminde Yalova-Kocaeli arasında bulunan kıyı şeridindeki yapıların neredeyse tamamı yıkılmıştır.

Kamu kuruluşlarına ait binalar depremde olumsuz tepki vermiştir. Nitekim Marmara Depremi’nde pek çok kamu binası kullanılmayacak derecede hasar görmüştür. Deprem anına ve sonrasına ilişkin her hangi bir planlama olmadığı, deprem bilincinin oluşturulması, toplumsal eğitim sürecinin vazgeçilmezi olması gerekirken, bu konuda herhangi bir adım atılmadığı ortaya çıkmıştır.

Ülkemizi 1999 Depremi’ne taşıyan tablo böyledir. Mevcut yapı stoku, kentleşme ve imar politikaları, afet sonrası planlama ve mevzuat tablonun önemli parçalarını oluşturmuş ve Türkiye büyük bir acıyla karşı karşıya kalmıştır.

Deprem Konseyi lağvediliyor, mevzuat kapalı kapılar ardında hazırlanıyor

Hafıza tazelemeye devam ediyoruz. Bilindiği gibi 1999 Depremi’nden hemen sonra, 21 Mart 2000 tarihinde Ulusal Deprem Konseyi kurulmuştur. Deprem bilimcilerinden, üniversite ve bilim çevrelerinin temsilcilerinden oluşan Konsey, 2002 yılında Strateji Raporu ile kamuoyunun karşısına çıkmış; rapor, o zamana kadar çekilen en net Türkiye fotoğrafı barındırmasının yanı sıra yol haritasını da içerecek şekilde düzenlenmiştir.

Konseyin 2004 yılında topladığı Deprem Şurası ise katılımcı yelpazesinin genişliği ve donanımıyla Türkiye’nin deprem konusundaki makûs talihini değiştirecek potansiyeli açığa çıkartmıştır. O yıllarda zamane Hükümetin yetkilileri pek çok söz vermiş, ne yazık ki zamanla verilen sözler unutulmuş, Şura kararları sumen altı edilmiş, 2007 yılında ise ulusal Deprem Konseyi’nin varlığına son verilmiştir.

Açık ki ortada sadece iş bilmezlik, beceriksizlik ya da yönetsel zafiyet yoktur. Deprem Konseyi’nin lağvedilmesinden meslek odalarının yetkilerinin kısıtlanmasına; üniversitelerin, meslek odalarının, bilim çevrelerinin tasfiye edilmesinden kapalı kapılar ardında gerçekleştirilen mevzuat değişikliklerine uzanan bilinçli bir tercih söz konusudur.

Bu tercihin işaret ettiği noktada Kentsel Dönüşüm projeleri yer almaktadır. Çünkü mevcut iktidarın kentleri depreme hazırlamak için Kentsel Dönüşüm’den başka önerisi ve uygulaması bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, kamuoyunda “Kentsel Dönüşüm” olarak adlandırılan 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun 2012 yılında yürürlüğe girmiştir. O tarihten bu yana büyük kentlerimiz, Kentsel Dönüşüm projeleri tarafından adeta teslim alınmıştır.

Bir taraftan Kentsel Dönüşüm projeleri sürerken diğer taraftan imar affı ilan edilerek güvenli olmayan yapılar koruma altına alınmıştır.

Kent suçunun diğer yüzü: İmar affı

Defalarca yineledik. 20 milyona yakın yapı stokunun büyük bölümü kaçak ve ruhsatsızdır, mühendislik hizmeti almadan üretilmiştir. Bu yapıların deprem güvenliği yoktur ve içinde yaşayanlar için ciddi boyutlarda tehlike arz etmektedir.

Kamuoyunun beklentisi riskli yapıların yıkılma ya da güçlendirme çalışmalarının bir an önce tamamlanması, bir başka ifade ile yapı stokunun iyileştirilmesi doğrultusundayken, riskli yapıların mevcudiyetini devam ettirecek şekilde İmar Barışı ilan etmek deprem tehlikesine açık davetiye çıkartmak dışında bir sonuç doğurmayacaktır.

Tam da bu noktada, 6 Şubat 2019’da Kartal Sema Sokak’ta pek çok hemşerimizin ölümüne neden olan binanın İmar Barışı için başvuruda bulunduğunu hatırlatmakla yetinelim.

Kayıp 20 yıl

Ulusal Deprem Konseyi Raporu’nda ve Deprem Şurası’nda, meslek odalarınca düzenlenen bilimsel etkinliklerde ulusal seferberlikle ülkenin yapı stokunun 15-20 yılda iyileştirilebileceği, yapıların güvenli hale getirilebileceği üzerinde önemle durulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, geride bıraktığımız 20 yılı, kayıp olarak görmek mümkündür. Elbette bu zaman zarfında tamamlanan işler bulunmaktadır. Ancak ifade edilmelidir ki ancak “bir arpa boyu” yol kat edilmiştir.

Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki 2017’nin Temmuz ayında yaptığı bir basın toplantısında, yapı stokunun iyileştirilmesi için en az 15 yıla ihtiyaç olduğunu belirtmiş olması, “bir arpa boyu” yol alındı iddiasını destekler içeriktedir.

Örneğin İstanbul Proje Koordinasyon Birimi (İPKB) web sitesinde yer alan bilgiye göre İstanbul’da 1135 okul binası, 115 sağlık binası, 38 yurt binası depreme karşı güvenli hale getirilmiştir. Deprem güvenliği sağlanan diğer kamu binalarının sayısının ise 77 olduğu belirtilmiştir.

İstanbul’da toplam 6 bin 127 okul binası bulunuyor. Bunun 3 bin 63’ü resmi, 3 bin 64’ü özel. İstanbul’da 52’si resmi 190 hastane mevcut. Ayrıca 39 da sağlık ocağı var. Resmi ya da özel yurt sayısı 300 civarındadır. İster istemez dikkati çeken nokta, (İPKB)’nin güçlendirdiği ya da yeniden yaptığı bina sayısı ile toplam bina sayısı arasındaki farkın hâlâ kapanmayacak kadar açık olduğudur. İPKB organizasyonu dışında bazı kamu kurumlarının veya özel sektörün benzer çalışmaları hesaba katılsa bile ne yazık ki durum değişmemektedir. Olası bir İstanbul Depremi’nde çocuklarımızın can güvenliği tehlike altındadır.

Şöyle ki, Milli Eğitim Bakanlığı web sitesine 6 Mart 2018’de girilen bir habere göre, 2000 yılından önce inşa edilen ve riskli bölgelerde bulunan 12 bin okulun deprem tahkikatının tamamlandığı, 18 bin okulda ise tahkikatın devam ettiği ifade ediliyor. Haberde Güvenli Okullar Projesi kapsamında 55 bin okulun deprem güvenliği çalışmasının devam ettiği vurgulanıyor. Aynı haberde 2015 sonrası incelenen 5 bin eğitim kurumundan 386’sı için yıkım kararı verildiği yer alıyor.

Bu arada belirtmek gerekir ki, köprü ve otoyolların güvenliği noktasındaki çalışmalar ise memnuniyet vericidir.

Vahametin diğer yüzü

Vahametin diğer yüzü hiç şüphe yok ki konutlardır. Her ne kadar İstanbul için sağlıklı bir yapı envanterinden söz edilmese de, İstanbul’da 1 milyon konutun güvenli olmadığı, bir başka ifade ile kaçak, ruhsatsız olduğu, mühendislik hizmeti almadan üretildiği, herhangi bir denetim mekanizmasına tabi olmadığı sadece bizler tarafından değil Hükümet yetkilileri tarafından da kabul edilmektedir.

Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, iyimser bir değerlendirmeyle İstanbul’da 600 bin yapının riskli olduğunu açıklamıştır. Mevcut Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da 27 Şubat 2019’da yaptığı açıklamada, ülke genelinde 7 milyona yakın binanın risk taşıdığını ifade ederek kaygılara neden olan verileri doğrulamıştır.

Konut sayılarına yapılan vurgunun bir başka daha boyutu bulunmaktadır. İstanbul nüfusunun en az yarısı bu konutları kullanmaktadır. Bir başka ifade ile 10 milyona yakın İstanbullu deprem güvenliği olmayan konutlarda yaşamaktadır. Olası İstanbul Depremi’ne ilişkin üretilen senaryoların en iyimserinde bile, depremin on binlerce yapıyı etkileyeceği, yüz binlerce insanın hayati tehlike altında olacağı tahmin edilmektedir.

Buna rağmen afet toplanma alanları ve ulaşım güzergahları ile düzenlemeler halen yetersiz durumdadır. Merkezi ve yerel yöneticilerin deprem toplanma alanları ile ilgili açıklamalar doğruları yansıtmamaktadır. Yapılan açıklamalarda ifade edilen boş alanların, okul bahçelerinin, parklar ve benzerlerinin toplanma alanı statüsünde değerlendirilmesi mümkün değildir. Toplanma alanı, altyapısı hazırlanmış, insanların beslenme, barınma, yıkanma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenlenmiş alan anlamına gelmektedir.

Tüm bu nedenlerle yukarıda vermiş olduğumuz sayısal veriler aslında işin boyutunun ne kadar büyük olduğunu ortaya koymaktadır.

İstanbul’u bekleyen tehlike

Son birkaç yıl içerisinde İstanbul’un yapı stokunun mevcut durumunu resmeden pek çok olay yaşandı. Binalar göçtü. İstinat duvarları yıkıldı. Zemin kayması yaşandı. Yollarda derin çatlaklar oluştu.

1999 Depremi, merkez üssü Gölcük olmasına rağmen İstanbul’da da yıkıcı etki yarattı. 3 binden fazla bina hasar gördü, bine yakın insan yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı.

Projektörler son birkaç yıla çevrildiğinde karşımızdaki karanlık tablonun dayanaksız olmadığı anlaşılacaktır.

13 Ocak 2017 tarihinde İstanbul Zeytinburnu’nda bulunan bir bina kendiliğinden yıkıldı. Ne yazık ki yoldan geçmekte olan bir vatandaşımız hayatını kaybetti, beşi de yaralandı. Yedi katlı, 56 daireli, üç dükkânlı binanın 1993’te yapıldığı, 1997’de iskân alındığı yönündeki bilgi kamuoyuyla paylaşıldı. Binanın tehlike arz ettiği için boşaltıldığı, yıkım kararı verildiği ancak kontrollü şekilde yıkılması gerekirken, bir yıldır adeta kaderiyle baş başa bırakıldığı belirlendi.

Beyoğlu Sütlüce Fuadiye Sokak’ta bulunan bir bina 24 Temmuz 2018 tarihinde kendiliğinden çöktü. 4 katlı binanın çökmesine, komşu parseldeki inşaatın temel kazısı sırasında meydana gelen toprak kaymasının neden olduğu açıklandı. Aynı zamanda binanın 1994’te inşa edildiği, kaçak ve ruhsatsız olduğu tespit edildi. Binada yaşayanların erken fark etmesiyle can kaybı yaşanmadı.

28 Temmuz 2018’de ise Sancaktepe Mevlana İlkokulu’nun duvarı yıkıldı. Okulların tatilde olması olası bir faciayı önledi.

30 Temmuz 2018’deki yıkımın adresi Ümraniye Fatih Sultan Mehmet Sanayi Sitesi Site Yolu Caddesi’nde devam eden bir inşaatın istinat duvarıydı. Büyük şans eseri can kaybının olmadığı olayda sadece arabalar göçük altında kaldı.

Beyoğlu, Sancaktepe ve Ümraniye’deki yıkımlarda zemin etüdünün ve iksa hesaplamalarının sağlıklı gerçekleştirilmediği, duvar imalatında ciddi ihmallerin söz konusu olduğu ifade edildi.

10 Ekim 2018’de Bağcılar Kirazlı Sokak’ta bir inşaatın temel kazısı bitişikteki binalarda çatlaklara yol açtı. Yan yatan binanın yıkımına hemen başladı. 10 bina da çökme riskine karşı önlem amaçlı boşaltıldı.

6 Şubat 2019’da Kartal Sema Sokak’ta bulunan Yeşilyurt Apartmanı çöktü. Çökme adeta küçük çaplı bir faciaya yol açtı. 21 insan yaşamını yitirdi. Binanın 1992’de yapı ruhsatı aldığı, ancak zaman içerisinde üç kaçak kat eklendiği, olay meydana geldiğinde binanın sekiz katlı olduğu açığa çıktı. Kaçak kat eklenmesinden, yapı üretim ve denetim sürecine kadar bütün olumsuzlukları taşıyan bina için İmar Barışı başvurusunda bulunulduğu da anlaşıldı.

22 Nisan 2019 tarihinde ise Kâğıthane Yahya Kemal Mahallesi Akkaya Sokak’ta bulunan bir istinat duvarı yıkıldı. İki sene önce temel kazısı yapılan alanda bulunan istinat duvarı yıkılması nedeniyle komşu parselde bulunan dört katlı bir bina çöktü. Riskli olduğu tespit edilen 21 bina boşaltıldı. Can kaybının yaşanmadığı olayda park halindeki birkaç araba göçük altında kaldı.

2019 Nisan ayının son günlerinde ise Sancaktepe Sefa Mahallesi’nde zeminde meydana gelen çatlakların, bir ilkokulun bahçesini de içine alacak şekilde ilerlediği tespit edildi. Esenyurt Yıldırım Beyazıt Caddesi ile Güzelyurt Mahallesi Orhangazi Caddesi’nde zemin kaymasına bağlı olarak yer yer bir metreyi aşkın göçükler oluşması nedeniyle, 40 bina tedbir amaçlı boşaltıldı.

Ne İstanbul’un 1999 Depremi’ne verdiği tepki tesadüftü ne de son birkaç yıldır depreme maruz kalmadan yaşananlar tesadüften ibarettir. Çünkü İstanbul yapı stoku güvenli olmaktan uzaktır.

Kartal, İstanbul gerçeğini yansıtmaktadır

Kartal Sema Sokak’ta 21 vatandaşımızın ölümüne neden olan bina pek çok sorunu yansıtması açısından üzerinde önemle durulmayı gerektirmektedir.

Bina ruhsatlıdır. Ancak yerel yönetim asli görevi olan denetimi gerçekleştirmemiş, sonradan binaya üç kaçak kat çıkılmıştır. Müteahhidin, yerel yönetimin, binada oturan vatandaşların zincirleme ihmali, vurdumduymazlığı faciaya yol açmıştır. Bina için “İmar Barışı”na başvurulmuş olduğunun açığa çıkması, “İmar Barışı”nın yol açacağı olumsuz sonuçları netleştirmiştir.

“Kartal Faciası”, afet sonrası organizasyonda ne kadar yetersiz olduğumuzu da açığa çıkartmıştır. Bir binada bile yetersiz kalan müdahale ve kurtarma çalışmalarının olası bir İstanbul Depremi’nde nasıl hayata geçeceğini düşünmek bile geleceğe dönük kaygıları çoğaltmaktadır.

Kısacası, “Kartal Faciası” bir İstanbul gerçeğidir.

Bu noktada temel soru şudur: İstanbul’da Kartal’daki, Beyoğlu’ndaki gibi on binlerce bina bulunmakta, bu binalarda yüz binlerce insan yaşamaktadır. İstanbullular kaygılıdır. Sıranın hangi binada olduğu bilinmemektedir. Bilinmezlik adeta travmatik bir hâl almıştır. İşin dramatik tarafı olası bir deprem, tek tek binaları değil, bu haldeki bütün binaları aynı anda etkileyecektir. İstanbul’da yüzbinlerce bina risklidir ve içinde yaşayanlar için tehlike arz etmektedir. Kartal, Beyoğlu, Ümraniye, Esenyurt tekil örnekler değil, bütünün parçalarıdır. İstanbul yapı stoku büyük oranda güvenli olmaktan uzaktır.

Bunun anlamı açıktır: Olası bir İstanbul Depremi’nde yaşanacak can kaybı tahayyül sınırlarımızı bile zorlayacak düzeyde olacaktır. Her ne kadar ister kamu idaresi gerçekleri görmezden gelse de, durum bu merkezdedir.

Belirtmeliyiz ki önemli olan tahayyül etmek değil, önlem almaktır.

Son söz

Açık olmakta yarar bulunmaktadır. Yapı üretim süreci bir bütün olarak güvenli ve sağlıklı yapılaşma hedefinden oldukça uzaktır. Kentleşme ve imar politikaları da siyasilerin kentsel rant yaratma ve bunu da daha çok yandaşlara peşkeş çekme amacıyla düzenlenmektedir.

Zemin seçiminden zemin-yapı ilişkisine, doğru projeden projenin eksiksiz uygulanmasına, kullanılan malzemeden yapı denetim sistemine, mühendislik disiplinleri arasındaki ilişkiden uzmanlık alanlarının hakkının teslim edilmesine, mühendisin niteliğinden siyasi iktidarların ekonomik-politik tercihlerinin yapı sürecine yansımasına kadar mesleki alanımız sorunlar ve sıkıntılarla boğuşmaktadır.

İstanbul özelindeki olaylara baktığımızda ise Kartal’daki bina ve daha nicelerinin nasıl üretildiği sorusu yanıt bulmaktadır. Dolayısıyla Kartal’daki çökme nedenleri ile Ümraniye’deki istinat duvarının yıkılma nedenleri örtüşmektedir. Çünkü sorun, yapı üretim ve denetim sistemdeki zaaflardan kaynaklanmaktadır.

Güvenli olmaktan uzak ve korunaksız bir hayatımız var. İçinde bulunduğumuz yapıların ne zaman ve ne şekilde yıkılacağı bilinmiyor. Ülkemiz tarihinde Kartal örneğinde olduğu gibi, Diyarbakır Hicret, Konya Zümrüt apartmanı faciaları yer alıyor. Ve ne yazık ki kamu erki gerçekleri yok sayarak sorunları çözebileceğini düşünüyor. Karşı karşıya kaldığımız her afette kamu erkinin bu yaklaşımı gerçeğin duvarına çarpıp dağılıyor.

Eğer siz;

· Dere yataklarını imara açarsanız,

· Dere yataklarıyla yetinmeyip boşaltılan askeri alanlarda yapılaşmaya izin verirseniz,

· Kentleri betona teslim ederseniz,

· Yapı denetim sistemini onca itiraza karşın değiştirmez, yapı denetimini piyasacı rekabetin unsuru haline getirerek yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkûm ederseniz,

· Bütün bir kenti ranta göre düzenlerseniz,

· Kentin mevcut sorunları çözüm beklerken nüfus yoğunluğunu iki katına çıkaracak Kanal İstanbul gibi projelere yönelirseniz,

· Kaçak yapılaşmaya, kaçak kat ilave edilmesine göz yumarsanız, hatta imar affıyla ödüllendirirseniz,

· Mesleki uygulamaların niteliksel denetim organlarından olan meslek odalarını kulvar dışına iterseniz,

· Mühendislik mesleğini itibarsızlaştırır, mühendisin imzasını formaliteden ibaret hale dönüştürürseniz,

· İnşaat mühendisliği eğitiminin sorunlarını çözmezseniz, meslek içi eğitim olanaklarını geliştirmezseniz,

· Toplumsal kültürümüzde kayda değer bir yere sahip ihmalkârlık, bilimdışılık, haksız kazanç elde etme gibi olumsuzluklarla mücadele etmezseniz,

bir başka sorumlu aramanız, “takdiri ilahi” diyerek sorumluluktan kaçmanız nafile bir çaba olacaktır.

İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, 17 Ağustos 1999 Depremi’nin 20. yıldönümünde bir kez daha deprem tehlikesi bağlamında “İstanbul fotoğrafını” kamuoyuyla paylaşmayı toplumsal ve mesleki bir görev saymakta, aynı zamanda bilimin ve mühendisliğin rehberliğinde, İstanbul’u yaşanabilir bir kent haline getirme çabasının içinde olacağını duyurmaktadır.