ÖLÇÜ 2019 ŞUBAT SAYISINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

“KENDİ DÜŞEN KÖYLER, KENTLER AĞLAMAZ”

Nusret SUNA, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube YK Başkanı

Can Yücel bir şiirinde “Kendi düşen köyler, kentler ağlamaz” der. Şaire hangi saik yazdırmıştır bu dizeyi? Eleştiri mi, serzeniş mi, kızgınlık mı, özeleştiri mi? Hikmetinden sual olunmaz ama şairin bir gerçeğe işaret ettiğine de kuşku yoktur. Bu gerçeği görünür kılmak, yerel seçim arifesinde “nasıl bir kent” sorusuna yanıt olabilir. Evet, nasıl bir kentte yaşamak istiyoruz? Kentlerimizin nasıl ve ne şekilde yönetilmesini talep ediyoruz?

Aslında sorular kentle, kent yönetimiyle değil, doğrudan hayatımızla alakalıdır.

Evet, nasıl bir hayatımız olmasını istiyoruz? Soru sıcak ve sahicidir; yanıtı ise yerel yönetim yaklaşımının ilkesel durumunu özetleyecek, yerel siyasetin düsturunu oluşturacaktır.

Her şeyden önce tespit etmeliyiz ki, yerel yönetim seçimleri, yerel yöneticileri belirlemekle sınırlı değildir. Yerel iktidarla merkezi iktidar arasında doğrudan bir ilişkiden söz edilebilir. Çünkü yerel seçimler, merkezi iktidara talip siyasal anlayışların yerel bazda test edilmesine olanak sağlamakla gerçek anlamına kavuşmaktadır. Unutulmamalıdır ki, 2002’den bu yana merkezi iktidarda bulunan siyasal anlayış, 1994 yerel seçimleriyle birkaç metropol kentte başlayan süreci iyi değerlendirmiş ve kendini merkezi iktidara taşıyan kapıyı aralamıştır.

Bu nedenle yerel iktidarı değerlendirirken, iktidara talip olanların ideolojik-politik yaklaşımını baz almak ve “Nasıl bir kent” sorusuna “vaatler manzumesinin” gözlerimizi kamaştırmasına izin vermemekle tartışmaya başlayabiliriz.

Bugün merkezi iktidar ve yerel yönetimlerin ağırlıklı kısmı, neoliberal ekonomik-politik-sosyolojik politikaların egemenliğindedir. Ve bu tespitin belirli bir parti ile sınırlı olmadığı, bir anlayışı işaret ettiği vurgulanmalıdır.

Neoliberalizmin ayırt edici özelliği, yurttaşlık kavramının yok sayılması, yerine müşteri kavramının getirilmesidir ki, bu farklılaşmanın uzun zamandır toplumsal yaşamı belirlediği görülmelidir. Merkezi yönetiminden yerel yönetime, barınmadan eğitime, sağlıktan ulaşıma kadar hemen bütün kamusal alanlarda yurttaşlık kavramının içinin boşaltıldığı ve bu kavramı dayanaklı kılan haklar manzumesinin yok sayıldığı sır değildir. Sistem, parası olanın hak kullanma özgürlüğünü elde edebildiği, olmayanın ise yoksunluk ve yoksulluk girdabında bulunduğu bir işleyişe oturtulmuştur.

Denebilir ki, neoliberalizm, yurttaşlık statüsünü yok etmiş, yurttaşların kamu hizmetleriyle en sıcak ilişki kurduğu yerel kamu hizmetlerini piyasa koşullarına açmış, kentleri adeta neoliberalizmin av alanı olarak düzenlemiştir. Örneğin bu düzenlemenin önemli ayağını, kentsel dönüşüm projeleri oluşturmaktadır. Ülkemize özgünmüş gibi algılatılan kentsel dönüşüm projelerinin daha kurumsal ve daha dikkat çeken uygulamaları Latin Amerika ülkelerinde görülmektedir.

Kentsel dönüşüm projeleri asıl olarak kentleri ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyacına göre düzenlemek, yoksun ve yoksul “yurttaşları” merkez dışına çıkarmak, kentsel değerleri, kentlilerin ortak kullanımı olmaktan çıkartarak ranta dönüştürmek amacındadır ki, başta İstanbul olmak üzere pek çok metropol kentte bu yönde değişim gözlemlenmektedir.

“Dünya şehri”, “küresel şehir”, “marka şehir” gibi kavramlar gündemimize girmiş, hayatımız adeta rezidanslarla, konut projeleriyle, AVM’lerle kuşatılmış, küreselleşen sermaye finans, telekomünikasyon, reklam ve pazarlama, konut şirketleri üzerinden kent merkezlerini ele geçirmiştir.

“Kimindir bu sokaklar, alanlar, kentler”

Emperyalist-kapitalist sistemin odak noktasında yer alan neoliberal politikalar, yerel bazlı kamu hizmetleri başta olmak üzere, temel hakları budayarak uygulamaktadır. Ki bu çerçevede kentliler müşteri olarak görülmekte, belediyeler ise adeta ticarethane gibi işletilmektedir.

İstanbul gibi deprem tehlikesi altında bulunan bir kentte, mevcut yapı stokunun iyileştirilmesi, yapıların deprem güvenliğinin sağlanması en acil ve temel ihtiyaçken, örneğin kentsel dönüşüm projelerinin rant değeri yüksek bölgelerden başlamasını tesadüfle açıklamak mümkün değildir. Aynı şekilde, İstanbul’un çözülmesi gereken acil sorunları bulunuyorken, Kanal İstanbul gibi rant yaratmaya odaklı projelerle ilgili ısrar, öngörü yoksunu yöneticilerin işgüzarlığı masumiyetinde açıklamak aynı şekilde mümkün değildir. Kanal İstanbul Projesi kâra doymayan ulusal/uluslararası sermayenin dayatmasından ibarettir. Varlığını neoliberal rüzgârlara borçlu olan bir iktidarın merkezi ve yerel bazdaki tasarruflarını bu pencereden görmek ve değerlendirmek durumundayız.

Eğer bu bakış açısına sahip olamazsak, ne iş cinayetleri halini alan iş kazalarını ne sözde itibar için gerçekleştirilen projeleri ne de fantastik yatırımlar için yeşil alanların, su havzalarının yok edilmesini anlayabilir ve itirazımızı dayanaklı kılabiliriz. Deprem toplanma alanlarına AVM yapılmasının, ulaşım güzergâhlarının yok edilmesinin, dere yataklarının yapılaşmaya açılmasının nedenlerini başka türlü anlamlandıramayız.

Şair Mimar Cengiz Bektaş bir şiirinde, “Kimindir bu sokaklar, alanlar, kentler” diye sormuştu. 2019 Yerel seçimde bizler de bu soruyu sormak ve yanıtını vermek durumundayız. Bu sokaklar, bu alanlar, bu kentler bizimdir. 2019 yerel seçiminin kritik sorusu budur ve bu soruyu soracak ve yanıtını verecek yurttaşların çoğalması asli hedeftir.

Açıkçası “nasıl bir kentte yaşamak istiyorsunuz” sorununun yanıtı da bu noktada gizlidir. Sokağına, alanına, kentine sahip çıkan yurttaşlar topluluğu yaratmak, işin doğrusu, seçim sonuçlarını teferruat haline getirecek, kenti kentlilerin ihtiyaçlarına göre düzenlemenin huzuru ve rahatlığı seçim sonuçlarını önemsiz kılacaktır.

Ülkemiz ekonomik krizin, gericiliğin, hukuk dışı uygulamaların, yok edilen yargı bağımsızlığının, etkisizleştirilen parlamenter sistemin, küme düşen eğitim sisteminin, sporda, bilimde, fende, mühendislikteki tarihi başarısızlıkların ağırlaştırdığı ortamda seçime gidiyor.

Her geçen gün yaşanabilir olmaktan uzaklaşan bir kent olarak İstanbul, depreme maruz kalmadan çöken binaları, yıkılan istinat duvarları, göçen yolları, deprem güvenliği olmayan yapı stoku, imar affıyla mevcudiyetini güvence altına alan kaçak yapıları, betona teslim edilen ve ortalama yağmurda bile su taşkınlarına teslim olan sokakları, alanları ile seçime hazırlanıyor.

Açık ki bu tablo ne seçimle değiştirilebilir, ne gerçekler algıların yerine geçebilir, ne içinde bulunduğumuz kısır döngü aşılabilir, ne de olanlarla olması gerekenler arasındaki derin uçurumu kapatabiliriz. Ya bir başka hayatın, bir başka kentin yaratılması için mesleki-politik hattımıza sadık kalarak mücadelemizi sürdüreceğiz ya da “kendi düşen köyler, kentler ağlamaz” ifadesinde saklı olan hüznü yaşamaya devam edeceğiz.