ÖLÇÜ 2020 ARALIK SAYISINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ

TARIMSIZ KENT OLUR MU?

Kır ve kent kavramı 1950 öncesine kadar keskin sınırlarla ayrılabilirken tarımda makineleşme ve Sanayi Devrimi’nin getirdiği teknolojik olanaklar, kentin kırsal alandan nüfusu çekmesini hızlandırdı. Göç ile birlikte kentler, bu süreci yapı yoğunluğunun artmasıyla hissetmeye başladı. Dikey büyümesini tamamlayıp giderek doygunluğa ulaşan kentler, yatay olarak çeperlerine doğru büyüme ve genişleme eğilimi gösterdi.

“Kentsel saçaklanma” olarak adlandırılan bu genişleme sürecinde kır kökenli alanlar; doğal kaynakların tahribine, kültürel değerlerin yok olmasına, doğa-insan ilişkisinin bozulmasına ve sorunlu imar hareketlerine maruz kaldı. Kırsal alanları yutarak gelişen ve saçaklar oluşturan kentler ise, beslenmelerinde birinci derecede önem taşıyan tarım alanlarının yok olmasına ve gıda konusunda sorunlar yaşanmasına sebep oldular.

Görünen odur ki günümüzde kent ve kır kavramlarının iç içe geçmiş hali ile yapısal değişim- dönüşümleri, oluşturdukları ara yüzler ve içlerinde meydana gelen katmanlar nedeniyle pek çok farklı sorunsalı ve olasılığı gözlemlememize, düşünmemize, planlamamıza ve tasarlamamıza neden oluyor.

Üretken peyzaj işte tam bu noktada karşımıza çıkan kavramlardan biri. Kırsalda gerçekleşen yıkıcı dönüşüm engellenerek, uygun ve sürdürülebilir peyzaj planlamaları sayesinde bütüncül alan yönetim stratejileri geliştiriliyor böylece etkili ve başarılı kırsal peyzaj düzenlemeleri yaratılabiliyor bu kavramlarla.

Kent ölçeğinde ise Avrupa Mimarlık Politikaları Forumu’nun 2008 yılında Bordeaux’da gerçekleşen sunumlarda en dikkat çekici konulardan biri olan kentlerdeki genişleme ve yoğunlaşma eğilimi konuşulurken Bohn & Viljoen mimarlar grubunun gündeme getirdiği, kentin ekolojik ayak izini küçültmek için kentsel peyzaj ve tarımın kullanılması fikrine dayanan “Sürekli Üretken Kentsel Peyzaj” yaklaşımı dikkat çekiyor. 2005 yılında yayımladıkları Continuous Productive Urban Landscape: Design Agriculture for Sustainable Cities kitabı ile ortaya çıkan bu konseptin ana teması, yapılaşmış çevreyi destekleyen ve tamamlayan kentsel tarım tabanlı, çok işlevli açık alan ağının oluşturulması.

Günümüze geldiğimiz de görüyoruz ki kentlerde ürettiğimizin çok daha fazlasını tükettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. Özellikle pandemi süreciyle birlikte sorguladığımız bu tüketim alışkanlıkları ve doğayla olan ilişkimiz/ilişkisizliğimiz daha görünür hale geldi. Sokağa çıkma yasaklarının ortasında market ve eczanelerin açık kaldığı bir kesitte garip bir dilemma yaşadık. Bağışıklığımızı güçlü tutmak için sağlıklı beslenmek bunun için sağlıklı gıdaya ulaşabilmek bir kentli için ilk sıraya oturdu. Ev hapsinde olduğumuz ve gözlemci olarak kentli rolüne büründüğümüz bu zamanlar da penceremizin önünde, balkonumuzda, bahçemizde ne yetiştirebilirim diye düşünürken bulduk kendimizi. ‘Tarımsız kent olur mu?’ sorununu sormak o zaman aklımıza düştü. Çünkü o zamana kadar üretken ve verici olan toprağın canlı ve can veren olduğunu unutup üzerini beton katmanıyla kat kat örtüp giderek ondan uzaklaşmak kentin doğasında var diye düşünüyordu pek çoğumuz.

Hâlbuki bunun böyle olmadığı tarihi biraz araştırdığınız da karşınıza çıkıveriyor. İstanbul 16. ve 18. yüzyıllar boyunca dünyanın büyük şehirlerinden biri olma özelliğini korurken şehirdeki demografik yapının tüketici yoğunluklu olduğunu söylemek mümkün. Bu sebeple İstanbul’un iaşesinin sağlanması her zaman önemli sorunlardan biri olmuş: Sebze ve meyve gibi dayanıksız gıda maddelerinin uzak bölgelerden zarar görmeden getirilmesi mümkün olmamış; sebze tedariki kentteki bahçe, bostanlar

ve yakın çevrelerden elde edilmiş; meyve ise, yine kent çevresi ile daha geniş alanlardan tedarik edilmiş. Ancak dışarıdan getirilen meyveler de Marmara sahil şeridinin ötesine geçmemiş. İstanbul ve çevresindeki bahçe ve bostanlar bu durum karşısında kalabalık nüfuslu büyük kentin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde örgütlenerek kent ve çevresindeki sur içinin önemli bir parçasını teşkil etmiş. Sonuç olarak İstanbul baştanbaşa bahçe ve bostanlarla bezenmiş. Kentin her yerinde su bol olduğundan bahçe ve bostanlarda her türlü meyve sebze yetiştirilmiş, bazı semtler orada yetiştirilen sebze ve meyveleriyle ünlenmiş, bahçe ve bostan isimlerinin yanı sıra içinde yetiştirilen meyve sebzelerin isimlerini taşıyan çok sayıda mahalle ve semt adı görmek mümkün olmuş. 1883 yılında çizilmiş detaylı bir harita İstanbul'da 102 parça bostan olduğunu ortaya koyuyor. Neler mi varmış bu bostanlarda , Bakırköy'ün erikten daha iri taneli çavuş üzümü, Anadolukavağı'nın ünlü Kavak inciri, Bayrampaşa'nın enginarı, sakız baklası, Arnavutköy'ün kokulu Osmanlı çileği, Çengelköy'ün reçel yapmaya kıyamayacağınız ayvası, salatalığı, Yenibahçe'nin Tokaloğlu kaysısı, Mecidiyeköy'ün dutu, Beykoz'un cevizi, Değirmendere'nin fındığı, Langa'nın salatalığı,Yedikule'nin marulu, Anadoluhisarı'nın fındığı, armudu, Alibeyköy'ün mısırı. Okurken bile iç çekmeye yetmez mi bu zenginlik?

Pandemi daha gündemimize oturmamışken işte tam bunları dert edinen bir ekip olarak İstanbul da sessiz sedasız üretimlerine devam eden bostanların izini sürmeye karar verdik. Hepsine “Bostan” dense de farklı nedenlerle ve zamanlar da kurulmuş, farklı amaç ve hayalleri olan insanları bir araya getirmiş, her birinin farklı hikâyesi olan bu bostanları derleyip toplayıp kentliyle tanıştırmaktı amacımız.

Bu süreçte her gün önünden geçtiğimiz ama fark etmediğimiz bostanlarla, her öğünde masamızda gördüğümüz ama nereden geldiğini hiç düşünmediğimiz ürün çeşitliliğiyle, tarihteki en eski mesleklerden biri olan bostancılarla, bugünleri kadar şehrin geleceğini hayal eden topluluklarla, sağlıklı, ekonomik, adil üretilen gıdaya ulaşmaya çalışan gençlerle, mahalle kültürünü devam ettirip bir araya gelmek için toprağına/bostanına sahip çıkan, dernekler kuran mahallelilerle tanıştık.

Yol haritamızda karşılaştığımız Yedikule, Kuzguncuk ve Roma bostanları ise bunlardan sadece

birkaçıydı.

YEDİKULE BOSTANLARI

Yedikule Bostanlarının Theodosius Surları yapıldığı günden yani 400’lü yıllardan bu yana var olduğunu biliyoruz. Bunu da Theodosius ‘un verdiği bir emirden biliyoruz, kaydı var. Theodosius diyor ki duvar yapılarının alt tarafında bulunan mekânlar burada tarım yapan çiftçilerin depo olarak kullanımı için ayrılmıştır. Kullanma hakkı karşılığında çiftçiler de duvarların sağlığından mesul olacaktır. Dolayısıyla biliyoruz ki duvarlar yapıldığından beridir bostanlar var. Aynı şekilde Geoponika adlı bir almanakta da yine bu bostanların bahsi geçiyor. Bostanlar Bizans’tan beri Theodosius surlarının yanı sıra var olmuşlar.

Bostanların bir önemli özelliği bostancılar olmadan var olamamaları. Bostanları bostancılar yapar. Başta Thedosius surlarındaki mekânları kullanan bostancılar diye konuştuğumuz zaman Bizanslı bir bostancıyı hayal etmeliyiz. Başka bir dil konuşuyor, Bizanslı ve aynı toprağı aynı teknikle işliyor. İlk zamanlarında Rumlar, Ermeniler bostancılık yaparken Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde

Arnavutlar bostancılık yapmaya başlıyor ve şu anda da Kastamonu’nun Cide köyünden geliyor bostancılarımız ve onlar, Arnavut bostancılardan el alıyor; Arnavut bostancılar da Ermeni ve Rum bostancılardan. Bilgi el vere vere bugüne aktarılıyor. Somut olmayan kültürel miras dediğimiz, bir şeyin nasıl yapıldığına dair olan bilgi bu. Görerek, yaparak, beceriyle, tecrübeyle naklediliyor. Dolayısıyla bostanların tarihi, İstanbul’un son surlarının yapıldığı tarihle örtüşüyor diyebiliyoruz. Tabii 1980’lerden itibaren bostanların geneli İstanbul’da hızla küçülmeye başlıyor.

Yedikule bostanları İstanbul’un tek bostanı değil. Eski İstanbul haritalarına baktığımızda İstanbul’un içerisinde çok sayıda bostan olduğunu görüyoruz. Bunlardan bir tanesi de kaybettiğimiz Langa Bostanları; şu anda Yenikapı metro istasyonunun olduğu yer. Bostandan önce İstanbul’un eski limanı. Şu an göremediğiniz ve yerin altında büyük ihtimalle yavaş yavaş akmaya devam eden tarihi yarımadanın ortasından geçen bir dere var, Lykos deresi ve bu Lykos deresi Langa’dan denize dökülüyor ve alüvyonları biriktire biriktire zaman içerisinde limanı verimli topraklarla dolduruyor, bostana devşiriyor. Bunun gibi ayrıca ‘çukurbostan’lar vardı İstanbul’da, Bizans sarnıçlarının işlevini yitirmesiyle tarım arazisine dönüştürülen. İstanbul’un 1600 yıllık biricik bir kentsel tarım geleneği var.

Yedikule bostanları değişen bostancılarıyla birlikte yüzyıllardır yaşamaya devam eden, şehri besleyen, kentin göbeğinde, yıllardır uygulanan üretim teknikleriyle ekilen dikilen, değişen şartlara uyum sağlamaya çalışan, yanındaki İstanbul Kara surlarıyla birlikte hem tarihimizin bir parçası olan kültürel mirasımız hem de bostancının ekmek kapısı. İstanbul’un pazarlarında, manavlarında, marketlerinde gördüğünüz yeşilliklerin geldiği şehrin tam ortasında tarım yapılan bostanlardan sadece biri. Üretici- tüketici ilişkisinin kurulduğu, lojistik olarak tüketiciye yakın olmanın sağladığı daha az karbon ayak izi üretimi, besin değeri kaybolmadan tarladan tabağa gelen ürünleri. Bizimkisi zor ama güzel meslek deyip yaz kış demeden sabahın köründe bostanda çalışmaya başlayan kadınların, erkeklerin, ailelerin hikâyesi Yedikule bostanları. Mesleğin devamı önemli yeni nesil istemiyor bu zor koşullarda çalışmayı, çatlamış elleri, her an toprağımdan olur muyum endişesini. Garantide olmak hepimize dikte edilen bir olgu ama doğanın garantisi yok hele bu zamanda. Yazın ortasında yağan bir dolu, baharda iniveren bir don bir anda tüm ürünleri silip süpürüveriyor. O kadar emek bir anda gidiyor ve bostancı tekrar ekiyor toprağını doğayla kavga etmek yerine pes etmeden.

ROMA BOSTANI

Roma bostanı Cihangir de şehrin en güzel manzaralarından birinin önce cöplüğe dönen sonrada imara açılması gündeme gelen dik bir yamacında boy gösteriyor. Permakültür* ilkeleri kullanılarak tasarlanmaya başlayan yavaş yavaş büyüyen çeşitlenen bir gıda ormanına* doğru yol alan bir hikâyesi var. Farklı yerlerde yaşayan ama hep birlikte on yıl sonrasını hayal ederek bir araya gelen bir topluluğun gelecek kokan bostanı burası. Bu hikâyede güzel olan, yakın tarihli olarak Beyoğlu Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı İmar Planına karşı 2011 yılında Beyoğlu Semt Dernekleri’nin açtığı davanın kazanılmasıyla Roma Bostanıyla birlikte, Gezi ve Fındıklı Parkı için de yeşil alan içerisine yapılması öngörülen her türlü yapılaşma “yeşil alan standartlarını olumsuz etkileyen bir işlem” olacağından iptal edilmiş olması. Bu karar sonrasında “İstanbulluları, Cihangirlileri, bostan insanlarını, nefes alacağımız alanları kendimizin yaratması gerektiğinin bilincinde olan herkesi pikniğe davet ediyoruz. Müziği, yiyecekleri, gün batımını ve sevincimizi paylaşıyor olacağız. Toprağa ve birbirimize değmeye devam edelim. Başka bir hayatın mümkün olma ihtimalini seviyoruz. Kendi bahçemizi yaşamla dolu tutmakta, geleceği hayal etmekte ısrarlıyız’’ diyerek kutlamalar yapan Roma Bostanı insanları işgalle başlayan hikâyelerini “Emsal olsun, ilham olsun!” diyerek devam ettirmekte.

KUZGUNCUK BOSTANI

Kuzguncuk bostanının bostancısını kaybettikten sonra değişen sahipleri ve farklı kullanım şekilleri olsa da mahallelinin bu alanı kullanımı her zaman söz konusu olmuş ve mahalle ile birlikte varlığını uzun yıllar devam ettirmiş. Ancak son dönem de kamuoyunun da yakından takip ettiği mülkiyet ve imara açılma davasıyla belleklerimize yerleşen bu bostan Kuzguncuklular Derneğinin oluşturduğu alternatif planlama ve Üsküdar Belediyesinin uzlaşmacı tutumuyla bir mahalle bostanı olarak

kalmaya devam etmiş. , ‘Mülkiyet hakkı’ ndan çok ‘kullanım hakkı’ na odaklanırken bir taraftan Bostan’ ın süregiden yaşantısını katılımlarla zenginleştirerek teorik bir egzersizden çok, pratik uygulamaya dair yeni üretim olanakları ve ekonomi modellerini ortaya koymaya çalışmış, kent platformunda, kimliğini koruyarak açığa çıkaracağı kamusal kullanımlarla hem Kuzguncuk’a hem de İstanbul’ a yeni kentsel kullanımlar sunmuş; ortaya koyduğu ekonomik model ile bir kent parçasının ‘değer’ine ilişkin yeni bir öneri getirmiştir.

Şimdi bu alan sadece ekilen, dikilen bir bostan değil geçmişinde de olduğu gibi mahallelinin birlikte vakit geçirdiği, spor yaptığı, çocukların oynadıkları kamusal alan haline dönüşmüş bir mahalle bostanı hikâyesi.

İşte bu şehirde tarım yapılan ama birbirinden farklı bu üç bostanın hikâyesi daha nicelerine örnek olsun, ilham versin, bostanlar çoğalsın, güçlensin, üretici- tüketici ilişkisi kuvvetlensin, bir araya gelinsin, topluluklar kurulsun, atalık tohumlar konuşulsun. Konuşulsun ki ‘ Tarımsız Kent ‘ kalmasın.

Bereketle

Dilek Yürük

Peyzaj Mimarı - Permakültür Tasarımcı

*Permakültür: “Sürdürülebilir tarım” doğadaki insan yerleşimlerini,

doğal ekosistemlerden örneklenen tarım uygulamaları ve sürdürülebilirlik görüşü dikkate

alınan ekolojik tasarım anlayışıdır.

*Gıda ormanı: Bitkileri, karşılıklı yarar sağlayıcı ilişkiler kuracakları şekilde bir orman örüntüsüne benzer şekilde bir araya getirme, parçaların toplamından daha fazlası eden bir gıda üretme sistemi yaratma sanatı ve bilimidir. Temel fikir, meyve, yemiş, sebze, ot, mantar ve diğer yararlı bitki ve hayvanların doğal orman ekosistemlerini taklit ederek yetiştirilmesiyle güzel, çeşitli, yüksek mahsul veren ve büyük ölçüde kendi kendinin bakımını yapan bir sistem yaratabileceğidir.


Kaynaklar

-1981 yılında İstanbul'un ünlü bostanlarında mantar gibi apartman bitiyormuş! Milliyet Gazetesi 13 Mayıs 1981

-Dilek Yürük, Üretken Peyzajın Kentli Hali,XXI Dergisi 2017

-Bostan Hikayeleri Dergisi, https://issuu.com/sivilduun/docs/5368

-Aslıhan Demirtaş-Bahar Kılınç söyleşisi, İstanbul’un 1600 yıllık kentsel tarım geleneği var-Yedikule Bostanları, bknz: http://www.sivilsayfalar.org/aslihan-demirtas-istanbulun-1600-yillik-biricik-kentsel- tarim-gelenegi-var-yedikule-bostanlari/

-Derya Duran Gökalp, Murat E. Yazgan, 2013, “Kırsal Peyzaj Planlamada Agroturizm ve Agriturizm”, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, sayı 15 (24), s. 25-29

-Emel Kara, 2004, Kentsel Tarım Alanlarının Kentleşme Süreci Karşısında Değişimi ve Dönüşümü: İstanbul, MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Lisans Bitirme Tezi

-Günsel Erkoç, Palimpsosfer, “Bir ‘Palimpsest’ Kent Olarak İstanbul ve Sonsuz Tasarım Katmanları” 3. Ulusal Öğrenci Fikir Yarışması katılımcısı, 2016

-Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Dosya 18: Kent ve Peyzaj, Eylül 2010

-Tuğba Kara, “III. Ahmed devrinde sur içi İstanbul: yerleşim alanları ve diğer alanların dağılımı”, Studies Of The Ottoman Domain, Cilt 6, Sayı 11, Ağustos 2016

-Tuğçe Onuk, Hayriye Eşbah, Azime Tezer, Sürekli Üretken Kentsel Peyzajlar: Sivas-Kızılırmak Örneği,

6. Peyzaj Mimarlığı Kongresi “Söylem ve Eylem”, 8-11 Aralık 2016, Antalya