İSTANBUL DEPREMİ YA DA YANITI İÇİNDE GİZLİ SORULAR
Nusret Suna – TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı
Ölçü dergisinin bu sayısı belli ki kentleşme, güvenli ve sağlıklı yaşam için referans sayı olacak nitelikte. Konular afet ve imardan tarım ve gıda güvenliğine, afette dezavantajlı gruplardan İstanbul depremine kadar geniş bir yelpazeye yayılmış. Bizim namı hesabımıza da İstanbul depremi düşüyor.
Keşke, bir başka konu düşseydi. Sadece biz inşaat mühendisleri değil, diğer meslek disiplinlerine mensup arkadaşlarımız da başka sorunları tartışabilseydi. Örneğin yaşanabilir bir ülkenin mühendisleri, mimarları, şehir plancıları olarak, niteliği konusunda hemfikir olunan kentin sahiplerini daha nasıl mutlu ederiz arayışında olsaydık. Görülüyor ki fotoğraf böyle değil.
Ne yazık ki arayışımız asgari düzeyde. Köklü değişiklikler olacağından umudumuzu kesmiş bulunuyoruz. Belki de bu nedenle hayatımızı asgari düzeyde devam ettirebilmek için karar vericilerden, bir başka ifade ile siyasi iktidardan hiç olmazsa küçük adımlar atmasını talep ediyoruz. Öyle bir fotoğrafla karşı karşıyayız ki, nefes alıp vermemizi sağlayacak girişimlere bile ikna olmaya hazırız. Hangi gelişmiş toplumun teknik elemanları mesaisini böyle alt düzey sorunların çözümü için harcar? Ülkemizde mümkün.
Toplum ve onun mesleki konularda sözcüleri sayılan teknik elemanlar güvenli ve sağlıklı bir yaşam istiyor. Bu kadar açık ve net. TMMOB ve bağlı Odalar tarafından düzenlenen bilimsel-mesleki sempozyumların, seminerlerin, konferansların; teknik elemanlar tarafından üretilen kitapların, dergilerin, makalelerin tek bir amacı bulunuyor. Güvenli ve sağlıklı bir hayat tesis etmek.
Bundan doğal ne olabilir? Bir doğa hareketi olan depremin can ve mâl kaybına yol açmaması temenni ediliyor. Kentlerin deprem tehlikesine göre düzenlenmesi, binaların deprem güvenliğinin sağlanması talep ediliyor. Deprem toplanma alanlarının yetersizliği, deprem sonrası ulaşım güzergâhlarının belirlenip belirlenmediği, deprem sonrası iletişimin sağlanıp sağlanamayacağı sorgulanıyor. Hem de bütün bunlar 2021 yılında yapılıyor.
Yıla yapılan vurgu elbette önemli. Çünkü insanlığın gelişmiş seyrinde son 40-50 yılda bilimde, mühendislikte, teknolojide, siyasette, tıpta, eğitimde vb. kat edilen mesafe, gerçekleştirilen üretim, sağlanan birikim insan hayatını sorunsuz bir noktaya taşımak, doğa-insan çelişkisinde insanın yararına bir sonucun ortaya çıkmasını sağlamak için yeterli sayılıyor ki, buna itiraz etmek mümkün değil.
Peki, neden bilim insanın refahı için kullanılmıyor? Ya da başka bir soruyla, neden bilim insanlar/ülkeler arasında eşit paylaşılmıyor? Bu sorulara verilen yanıt, kentlerimizin ve binalarımızın haldeki durumunu izah etmek için yeterli veriyi sağlar.
Bir başka ifade ile inşaat mühendisliği her zeminde, her şart altında güvenli yapı üretilebileceğini kanıtlamış bir bilim dalıdır. Mesleğin birikimi ve teknolojisi bunu sağlayabilir; defalarca da sağlamıştır. O halde neden ülkemizdeki depremler can almaya devam ediyor? 30 Ekim 2020 tarihinde Ege Denizi’nde meydana gelen deprem neden Yunanistan’da sadece metruk bir duvarın çökmesi sonucunda iki çocuk hayatını kaybederken, depremin merkezine 100 kilometre uzaklıktaki İzmir’de 115 insanın ölmesine yol açtı? Yunanistan’da sadece metruk bir duvar yıkılırken İzmir’de 180 bina ya yıkıldı ya da ağır hasar gördü. 190 bina orta hasar aldı, 1267 bina da az hasarla atlattı depremi.
Neden peki? Nedeni açık. Bu açıklığı İstanbul depremi bağlamında tartışmadan önce, az önceki tespiti daha da kuvvetlendirecek bir başka örnek daha vermek gerekiyor. 2020 yılı içerisinde dünya ölçeğinde 6 ile 7,4 arası büyüklüğe sahip 10’a yakın deprem meydana geldiğini, depremlerde toplam 197 kişinin öldüğünü, sıralamada yer alan Elazığ ve İzmir depremlerinde toplam 156 kişinin hayatını kaybettiğini, 2020 yılının en ölümcül sonucun İzmir’de görüldüğünü kayıt altına almak gerekiyor.
İstanbul depremi
Kıyısında bulunan kentleri ve yerleşim birimlerini etkileyecek Marmara depremi olacak mı? Ne zaman olacak? Büyüklüğü, şiddeti konusunda tahminler ne doğrultuda? Bilim insanları bu sorulara yanıt bulmaya çalışıyor.
Biz inşaat mühendisleri açısından temel soru bu değil. İnşaat mühendisleri olası bir depremde İstanbul’un ve binalarımızın nasıl bir tepki vereceğini tartışıyor. Ve her seferinde başka temel bir soru ile kamuoyunun karşısına çıkıyor: İstanbul depreme hazır mı?
Sık sık tekrarlandığı üzere, Türkiye bir deprem ülkesidir. Kentlerimizin, yerleşim birimlerimizin ve hatta büyük sanayi işletmelerinin büyük bölümü deprem kuşakları üzerinde kuruludur. 1900’ü başlangıç alırsak, geçen zaman zarfında meydana gelen değişik büyüklükteki depremlerde 100 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Buna rağmen, iktidarların “hazırlıksız yakalandık” savunusunun inandırıcılıktan yoksun olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Örneğin 1939 yılında 32 bin can alan Erzincan depremini yaşamış bir ülkede hazırlıksız yakalanmak mümkün müdür? Ya da 1942’de Niksar’da 3 bin, 1944’te Gerede’de 4 bin, 1966’da Varto’da 2 bin 400, 1975’te Lice’de 2 bin 400, 1976’da Çaldıran’da 4 bin, 1983’te Erzurum’da bin 200 insanın canına mâl olan depremleri yaşayan bir ülkenin 1999 Marmara depreminde hazırlıksızlık iddiası inandırıcı olur mu? İnandırıcılık tartışması şu nedenle önem arz ediyor: Karşı karşıya kalınan afetlerden ders alınmıyor. Alınsaydı 1998 Ceyhan depreminden 1999 Marmara’ya, 2011 Van depreminden 2020 İzmir’e depremlerin yıkıcı etkisi azaltılabilirdi.
Şimdi dönelim İstanbul’u bekleyen tehlikeye. Yeniden vurgulamakta fayda var: 1509 İstanbul depremi literatürde “küçük kıyamet” olarak isimlendiriliyor. Aynı literatürde olası bir depremin İstanbul için “büyük trajedi” olacağı ifade ediliyor.
Bu noktada sorumuzu tekrarlayalım: İstanbul büyük trajediye hazır mı? Ya da soruyu tersten soralım: İstanbul’un büyük trajedi yaşamaması için neler yapılmalıdır?
Yanıtı açık ve net. İstanbul mevcut yapı stoku ile ne yazık ki trajedi ile yüz yüze kalacaktır. Daha net bir ifadeyle İstanbul depreme hazır değildir. Hatırlanacaktır, 26 Eylül 2019’da meydana gelen İstanbul depreminde hazır olmadığı bütün çıplaklığı ile açığa çıkmıştır. Can kaybına yol açmayan 5,8 büyüklüğündeki deprem bir başka gerçeği vurgulu hale getirdi. Deprem sonrası ulaşımdan iletişime, toplanma alanlarından organizasyona İstanbul iyi bir sınav vermedi. İşin en ilginç yanı, 1999 Marmara depreminde İstanbul özelinde ne yaşandı, hangi aksaklık ve aksilikler görüldüyse, 2019 depreminde de benzer bir tabloyla karşı karşıya kalındı. Bunun tek bir izahı var. Yukarıda temas edilen inandırıcılıktan yoksunluk ve ders almama hali varlığını devam ettiriyor.
Bir ülke yakın tarihinin büyük kıyımları arasında sayılan 1999 depreminden bu yana nasıl olur da bir arpa boyu yol almaz? Ya da daha makul bir ifadeyle, nasıl olur da ancak bir arpa boyu yol alır?
Yazı içerisinde sık sık başvurulan yanıtı içinde gizli sorularla devam etme yöntemi bilinçli bir tercihtir. Çünkü ne sorular ne yanıtlar ne de çözüm önerileri bağlamında kimse şapkadan tavşan çıkmasını beklememektedir.
Bu nedenle Ölçü okurlarıyla İstanbul’a ait verileri paylaşmaktan imtina ettik. Ne yapı stokuna dair verilerden ne kentsel dönüşüm projelerinden ne imar aflarıyla meşru hale gelen kaçak ve ruhsatsız yapılaşma ne de mühendislik hizmeti almadan üretilen yapıların yol açacağı faciadan söz edeceğiz. Biliyoruz ki kamuoyu her şeyin farkında; sorunlar, sorunlara yol açan nedenler ve çözüm önerileri hiç kimse için sır değil. Yapı stokunun içler acısı hali, depreme bile maruz kalmadan çöken binalar, deprem sonrası kilitlenen ulaşım ve iletişim altyapısı bilinmez değil.
Yine de şunu bir kez daha vurgulamak durumundayız: Bu kentte depreme maruz kalmadan binalar yıkılıyorsa, olası İstanbul depreminin yıkıcı etkisini tahayyül etmek bile zordur. Deprem için üretilen senaryoların en iyimseri bile telafi edilemeyecek büyük bir yıkımla karşı karşıya kalınacağını göstermektedir. Kendiliğinden çöken Kartal’daki binadan hareket edersek nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz daha net anlaşılacaktır. Ne yazık ki İstanbul’da meydana gelecek bir depremde on binlerce yapının Kartal’daki bina gibi tepki vermeyeceğinin garantisi bulunmamaktadır. Maalesef bu durum, can kaybını tahayyül sınırlarımızı zorlayacak bir noktaya taşıyabilir.
Bu noktada, parantez içinde olsa da öne çıkartılacak konu belki de Kanal İstanbul Projesidir. Deprem tehlikesi ile karşı karşıya bulunan İstanbul’un depreme hazır hale getirilmesi ve binaların güçlendirilmesi için merkezi ve yerel yönetimin bütün olanaklarının seferber edilmesinin kaçınılmaz olduğu; lokal tedbirlerle, küçük çaplı iyileştirmelerle sorunun çözülemeyeceğinin anlaşıldığı bir zaman diliminde bütçe olanaklarını, kamu potansiyelini Kanal İstanbul Projesine yönlendirmek, başka bir tanıma gerek yok, İstanbul’a ihanettir.
Kaldı ki İstanbul gibi önemli deprem kuşağı üzerinde bulunan bir kentte böyle bir projeyi gerçekleştirmenin, yani kenti üçe bölmenin deprem sonrası ulaşımda yol açacağı sorunlar, yeraltı sularından, deniz canlılarının hareketlerine kadar doğal hayata, tarıma vereceği zararlar, projenin yapılaşma ve nüfus yoğunluğunu artıracak olmasının neden olacağı sakıncalar, proje uygulama alanlarında meydana gelecek heyelan, sıvılaşma ve korozyonun zemin göçüklerine yol açma ihtimali, uygulama alanlarının Kuzey Anadolu fay hattına yaklaşık 15 kilometre mesafede olması gibi pek çok olası olumsuzluk projenin içerdiği tehlikenin boyutunu göstermektedir.
İstanbul’un, emlak rantı yaratma dışında kente tek bir faydası olmayacak, hatta sayısız olumsuzluğa yol açacak projenin ortaya çıkardığı yükü kaldırması mümkün değildir. Çünkü zaten “İstanbul batan bir gemi” gibidir.
|